8 Haziran 2015 Pazartesi

Şanlıurfa- Balıklı Göl



Balıklıgöl, (Aynzeliha ve Halil-Ür Rahman Gölleri) Şanlıurfa şehir merkezinin güneybatısında yer alan ve İbrahim Peygamberin ateşe atıldığında düştüğü yer olarak bilinen bu iki göl, kutsal balıkları ve çevrelerindeki tarihi eserler ileŞanlıurfa'nın en çok ziyaretçi çeken yerlerindendir.
İbrahim Peygamber, devrin zalim hükümdarı Nemrut ve halkının taptığı putlarlamücadele etmeye, tek tanrı fikrini savunmaya başlayınca, Nemrut tarafından bugünkü urfa kalesinin bulunduğu tepeden ateşe atılır. Bu sırada Allah tarafından ateşe "Ey ateş, İbrahim'e karşı serin ve selamet ol"' emri verilir. Bu emir üzerine, ateş suya odunlar da balığa dönüşür. İbrahim bir gül bahçesinin içersine sağ olarak düşer. İbrahim'in düştüğü yer Halil-ür Rahman gölüdür. Rivayete göre Nemrut'un kızı Zeliha da İbrahim'e inandığından kendisini onun peşinden ateşe atar. Zeliha'nın düştüğü yerde de Aynzeliha Gölü oluşmuştur.

Şanlıurfa- Kasr-ül Benat (Kızlar Sarayı)




Viranşehir - Şanlıurfa karayolunun 30 km güneyinden Binekli Köyüne ulaşılır. Binekli köyüne 3 km uzaklıkta yer alan Kızlar Sarayı (Kasr-ul Benat), köy meydanındaki ağılların ihata duvarlarında bolca kullanılan blok taşlardan burada büyük yapı kalıntılarının olduğu anlaşılmaktadır. 1905 yılında İngiliz araştırmacı Gertrude Bell tarafından fotoğrafları çekilen bu anıtsal yapılar günümüze ulaşmamıştır.
Şanlıurfa Merkez İlçe sınırları içersindeki Soğmatar Ören yeri’ndeki Süryanice yazıtlı “Kutsal Tepe” nin bir benzeri Kasr-ul Benat’ta bulunmaktadır. Köyün kuzeyindeki bu kayalık tepede 10’dan fazla süryanice yazıtın bulunması burayı “Yazıtlı Tepe” olarak adlandırmamıza neden olmuştur.
Soğmatar’daki “Kutsal Tepe” nin M.S.II. yüzyıla tarihlenen yazıtlarına göre biraz daha geç dönemlere (III. Veya IV. Yüzyıllar) tarihlenmesi muhtemel olan “Yazıtlı Tepe” yazıları stil olarak da Soğmatar yazıtlarından farklılık göstermektedir. İki ya da üç hatlı olarak yazılmış bu yazılar Süryani kaligrafi sanatının Urfa çevresinde bilinen tek örnekleri olması bakımından önem taşımaktadırlar. Tepenin güney batı kesimine oldukça iri harflerle üç hatlı olarak kazınmış bir yazıtta “QUST…” kelimesi okunabilmektedir. Yazıtın son harfleri toprak altında kaldığından tamamını okumak mümkün olmamıştır.
“Yazıtlı Tepe” deki diğer yazıtlarda okunan “Ben Sargis”, “Ben Gebar’u”, “Maryu”, “Ben Keşiş Şim’un”, “Ben Demet(ri)ono” gibi keşiş isimleri Kasr-ul Benat’ın Tektek Dağları’nda erken hıristiyanlığın önemli bir keşiş merkezi olduğunu göstermektedir.
“Yazıtlı Tepe” üzerinde ayrıca; biri tepenin güney-batı yamacında küçük, diğeri bunun 100 m. Kuzey doğusunda biraz daha büyük, üçüncüsü bunun kuzey doğusunda tepenin zirvesinde olmak üzere kaya zeminine oyulmuş labirent şekilleri bulunmaktadır. Ortadaki bir haç motifinden gelişen bu şekillerin mahiyeti anlaşılamamıştır.
“Yazıtlı Tepe” nin güney kesiminde ve köyün doğusundaki kayalık yamaçta mağara ve kaya mezarları yer almaktadır. Bunlardan en büyüğü ve işçilikli olanı “Yazıtlı Tepe” nin güney yamacındaki 8 arkosoliumlu kaya mezarıdır. Arkosoliumların silmeli kemerleri birbirine bağlı olarak mezarın üç yönünü dolaşmakta, aralarındaki boşluklarda kabartma haç ve çiçek motifleri yer almaktadır. Mezarın güneye bakan giriş cephesindeki Süryanice yazıtlarda burada yatan şahıslardan “Keşiş Abrohom” adı okunabilmektedir. Bu mezarın bir benzeri Şanlıurfa il merkezinin güney kesiminde “Ehber” (Abgar) olarak adlandırılan dağlık alanda bulunmaktadır.
Kasr-ul Benat’taki mimari elemanların lento silmeleri, korint üslubundaki sütun başlıkları, Tektek Dağları mevkiindeki Sene Mağara Harabeleri’nde ve Urfa Ulu Camii avlusundaki M.S. 435 tarihli St.Stephan Kilisesi’nden kalma  kemer, lento ve sütun başlıklarına büyük ölçüde benzemektedir. Ancak, Kasr-ul Benat sütun başlıkları St.Stephan Kilisesi sütun başlıklarına göre daha sade ve süslemesizdir. Bütün bunlara dayanarak Kasr-ul Benat yapılarını IV. yüzyıl sonlarına, V.yüzyıl başlarına tarihlemek mümkündür.


6 Haziran 2015 Cumartesi

Mersin-Alahan Manastırı



Alahan Mersin’i Karaman’a bağlayan devlet karayolunun iki km kadar doğusunda ve Mut ilçesinin kuş uçuşu 15 km kadar kuzeyinde yer alır. Toros Dağları üzerinde ve yaklaşık olarak 1200 m. rakımındadır. Manastırın yolu hemen hemen her mevsim açıktır ve ana yoldan ulaşım 10 dakika sürmektedir.

İsa'nın havarilerinden Tarsus'lu Pavlus (Sen Paul) ve yine Tarsus'ta yaşamış Hıristiyanlığın öncülerinden Barnabes, M.S. 41 yılında Hıritiyanlığı yaymak için Anadolu’da çeşitli yolculuklar yapmışlardır. Bu azizlerin gezileri sırasında konakladıkları hemen her yerde anılarına tapınaklar yapılmıştır. Fakat, o tarihte Hıristiyanlık henüz resmi din olmadığından ve ibadet gizli olduğundan tapınakların da gözden uzak ve ulaşımı güç yerlerde olması tercih edilmiştir. Alahan Manastırının olduğu yerde de böyle bir tapınağın yapıldığı anlaşılmaktadır.
Ancak bu günkü manastır öreni Hıristiyanlığın resmen kabul edilişinden sonra, beşinci yüzyılda inşa edilmiştir. Manastırı yaptıran kişi manastırda lahdi ve bir kitabesi olan Tarasis adlı bir rahiptir.Ancak finansman büyük ölçüde Bizans imparatoru tarafından sağlanmıştır. Kimi kaynaklar manastırın M.S. 440-442 yılları arasında, kimi kaynaklar da M.S. 474 ten sonra inşa edildiği görüşündedir. İmparator 440-442 döneminde II. Theodosius (401-450), 474 ten sonra ise ise Flavius Zeno'ydu (425-491). (Belki de manastırın farklı bölümleri farklı imparatorlar döneminde inşa edilmişti).
Manastırın parlak döneminin Arap akınları başlayınca, yani 7. yüzyılda sona erdiği anlaşılmaktadır. Bununla birlikte manastırın uzun süre ayakta kaldığı bellidir. Nitekim 17. yüzyılda ünlü gezgin Evliya Çelebi (1611-1683 ?) manastır için Usta elinden yeni çıkmış gibi duruyor tanımlamasını yapmıştır.

Alahan Manastırı geniş bir alana yayılan bir komplekstir. Bu kompleks, Batı Kilisesi (Evangelist Bazilika), Manastır ve Doğu Kilisesi, kaya oyma keşiş odaları ile çevredeki mezarlardan oluşmuştur. Kompleksin taş işçiliği ve motiflerle bezeli zengin süslemeleri dönemin en usta ellerinden çıktığını göstermektedir. Ne var ki, Batı Kilisesi yıkılmıştır. Doğu Kilisesi ise bir ören olarak varlığını sürdürmektedir.
Yıkılmış Batı kilisesinin girişi olduğu sanılan bir mekanda aralarında Cebrail ve Mikail'in de bulunduğu kanatlı melek ve çeşitli hayvan tasvirleri ve İsa büstü vardır. İki yapı 115 m uzunluğunda kolonlu kemerli bir galeri-terasla birbirine bağlanmıştır. Galerinin ortasında kabartma süsleme ile her yanı işlenmiş büyük bir niş yer alır. Aynı galeride apsisli birvaftizhane bulunmaktadır. Vaftizhane içinde haç biçimli bir havuz vardır. Vaftizhanenin karşısında kaya mezarları oyulmuştur. Mezarlardan birisi Manastır grubunun kurucusu Tarasis’e aittir. Kitabesi şöyledir: Burada çok mümtaz Flavius Severinus ve Flavius Dagalaiphus’un konsüllüğünden sonra İndiktionun 15. yılının 13 Şubatında kutsal oruçların ilk haftasının salı günü ölmüş olan hatırası kutsal kurucu Tarasis yatıyor.
Doğu kilisesi özenli bir işçilikle kesme taşlardan inşa edilmiştir. Kilisenin değişik yerleri kabartma süsler ile dekore edilmiştir. Dikdörtgene yakın planlı kubbenin binayı aşan duvarlarında her cephede birer adet olmak üzere dört pencere bulunmaktadır. Kilise altmış yetmiş yıl sonra (532-537) inşa edilecek olan İstanbul'daki Ayasofya kilisesi ile ortak özelliklere sahiptir.

Mersin-Cennet ve Cehennem Çökükleri



Narlıkuyu yakınlarında bulunan, doğal yollarla oluşmuş, tarihi ve turistik ilgi çeken, çok derin mağaralardır. Cennet Çöküğü ve Cehennem Çukuru olarak adlandırılmaktadır. Cennet çöküğü ve Cehennem çukuru arasında 80 metre mesafe vardır. Kültür ve Turizm Bakanlığınca müze kapsamında olup ziyaretçilere açıktır.

Akdeniz Bölgesinde, Mersin-Silifke yolu üzerinde bulunan Narlıkuyu ilçesi yakınlarında iki önemli karstik çukur bulunmaktadır. Obruk olarak adlandırılan bu çökme yapılar kireçtaşından oluşan plato içerisinde gelişmişlerdir. Cennet ve cehennem obrukları keskin köşeli derin çukurluklardır. Bu iki büyük çukur yeraltı mağara sisteminin üst kısmının çökelmesiyle oluşmuş iki bacaya karşılık gelmektedir. Obruğun taban kesimlerine doğru, tavanın çökmesi sırasında yukarıdan düşmüş olan büyük bloklara ve kütlelere rastlanmaktadır.

Cehennem çukurunun yaklaşık 200 m güneybatısında yer alan cennet obruğu, yaklaşık 135 m derinliğindedir. Bu da bir çöküntü obruğu olup, Miyosen döneminde oluşmuş sığ denizel kireçtaşı katmanları içinde karstik süreçler sonucunda oluşmuştur (Cehennem Obruğu da böyledir). Obruğun kuzey yamacı, oldukça diktir. Obruk,kapalı bir karstik mağara sistemi içinde bulunan bir galerinin tavanının çökmesi ile gelişmiştir. Bir yer altı akarsuyu da diyebileceğimiz bu sistem günümüzde faaliyetine devam etmekte ve akarsu yolu üzerinde oluşmuş Cehennem çukurunun’nun taban yüzeyi altından geçmektedir. Narlıkuyu arazisinin derinliklerinden, karstik kaynaklar şeklinde Akdeniz’e karışmaktadır.Obruk tabanına inen merdivenli yolun bitimine yakın bir yerde, Hellenistik dönemden kalma bir Zeus Tapınağı vardır. Merdivenli yolun da bu dönemden kaldığı sanılmaktadır. Rahatlıkla obruğun tabanına kadar inilir. Bu yüzeyin zeminle kontakt yerinde, yeraltından geçen akarsuyun sesleri,kolaylıkla duyulabilmektedir.


Yaklaşık 110 m derinliğine sahip olan cehennem çukuru, Cennet Obruğu’nun oluşumuna yol açan bir karstik yeraltı akarsuyunun, yine açmış olduğu bir yeraltı mağara sistemi tavanını aşındırıp, çökmesi süreci sonucunda oluşmuştur. Obruğun tabanından, batıdaki Cennet Obruğu’nun altına yönelen bir yeraltı akarsuyu geçmektedir. Cehennem çukuru kenarları iç bükey olduğu için ve Cennet çöküğüne göre daha dar ve dik ve omasından dolayı tabanına inmek mümkün değildir, özel dağcı ipi veya esnek merdivenle inip çıkılabilir.





İstanbul-Ayasofya Müzesi




Dünya mimarlık tarihinin günümüze kadar ayakta kalmış en önemli anıtları arasında yer alan Ayasofya; mimarisi, ihtişamı, büyüklüğü ve işlevselliği yönünden sanat dünyası açısından önemli bir yer teşkil etmektedir.

Ayasofya Doğu Roma İmparatorluğu’nun İstanbul’da yapmış olduğu en büyük kilise olup aynı yerde üç kez inşa edilmiştir. İlk yapıldığında Megale Ekklesia (Büyük Kilise) olarak adlandırılmış, 5. yüzyıldan itibaren ise Ayasofya (Kutsal Bilgelik) olarak tanımlanmıştır. Ayasofya Bizans İmparatorluğu boyunca hükümdarların taç giydiği, başkentin en büyük kilisesi olarak katedral işlevi görmüştür.

Birinci kilise, İmparator Konstantios (337-361) tarafından 360 yılında yapılmıştır. Üstü ahşap çatı ile örtülü, uzunluğuna gelişen (bazilikal) planlı birinci yapı, İmparator Arkadios’un (395–408) karısı İmparatoriçe Eudoksia ile İstanbul Patriği İoannes Chrysostomos arasında çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle, patriğin sürgüne gönderilmesi üzerine 404 yılında çıkan halk ayaklanması sonucunda yakılıp yıkılmıştır. (Bugün patriğin mozaik tasviri, Ayasofya’nın kuzey tymphanon duvarında görülebilmektedir.)
Günümüzde ilk kiliseye ait herhangi bir kalıntı bulunmamakla birlikte, müze deposunda bulunan Megale Ekklesia damgalı tuğlaların bu yapıya ait olduğu düşünülmektedir.

İkinci Kilise, İmparator II. Theodosios (408-450) tarafından 415 yılında yeniden inşa ettirilmiştir. Bu yapının, beş nefli, ahşap çatı ile örtülü ve anıtsal bir girişe sahip bazilikal planda olduğu bilinmektedir.

Kilise, İmparator Justinianos’un (527–565) 5. saltanat yılında, aristokrat kesimi temsil eden maviler ile esnaf ve tüccar kesimi temsil eden yeşillerin İmparatorluğa karşı birleşmesi sonucunda çıkan ve tarihte “Nika İsyanı” olarak geçen, büyük halk ayaklanması sırasında 13 Ocak 532 yılında yıkılmıştır.

1935 yılında İstanbul Alman Arkeoloji Enstitüsü’nün A. M. Scheinder başkanlığında yapılan kazılarda, bugünkü zeminin yaklaşık 2.00 m altında görülebilen II. yapının Propylon’una (anıtsal giriş kapısı) ait basamaklar, sütun kaideleri ve On İki Havari’yi temsil eden kuzu kabartmaları ile süslü friz parçaları bulunmuştur. Ayrıca anıtsal girişe ait diğer mimari parçalar ise batı kısımdaki bahçede görülebilmektedir.

Günümüz Ayasofya’sı İmparator Justinianos (527-565) tarafından dönemin iki önemli mimarı olan Miletos’lu (Milet) İsidoros ile Tralles’li (Aydın) Anthemios’a yaptırılmıştır. Tarihçi Prokopios’un aktardığına göre, 23 Şubat 532 yılında başlayan inşa, 5 yıl gibi kısa bir sürede tamamlanmış ve kilise 27 Aralık 537 yılında törenle ibadete açılmıştır. Kaynaklarda, Ayasofya’nın açılış günü İmparator Justinianos’un, mabedin içine girip, “Tanrım bana böyle bir ibadet yeri yapabilme fırsatı sağladığın için şükürler olsun” dedikten sonra, Kudüs’teki Hz. Süleyman Mabedi’ni kastederek “Ey Süleyman seni geçtim” diye bağırdığı geçer.

Üçüncü Ayasofya’nın mimarisindeki yenilik geleneksel bazilikal plan ile merkezi kubbeli planın bir araya getirilmesidir. Yapının üç nefi, bir apsisi, iç ve dış olmak üzere iki narteksi vardır. Apsisten dış nartekse kadar uzunluk 100 m. genişlik 69.50 m.dir. Kubbenin zeminden yüksekliği 55.60 m, çapı ise kuzey güney doğrultusunda 31,87 m, doğu batı doğrultusunda ise 30.86 m.dir.
İmparator Justinianos Ayasofya’nın daha görkemli ve gösterişli olması için, maiyetindeki tüm eyaletlere haber göndererek, en güzel mimari parçaların Ayasofya’da kullanılması için toplatılmasını emretmiştir. Bu yapıda kullanılan sütun ve mermerler; Aspendos, Ephesos, Baalbek, Tarsus gibi Anadolu ve Suriye’deki antik şehir kalıntılarından getirilmiştir. Yapıdaki beyaz mermerler Marmara Adası’ndan, yeşil somakiler Eğriboz Adası’ndan, pembe mermerler Afyon’dan ve sarı mermerler Kuzey Afrika’dan getirilerek Ayasofya’da kullanılmıştır. Yapının iç kısmında yer alan duvar kaplamalarında; tek blok halinde mermerlerin ikiye bölünerek yan yana getirilmesi ile simetrik şekiller ortaya çıkarılmış ve damarlı renkli mermerlerin iç mekânda kullanılmasıyla dekoratif bir zenginlik oluşturulmuştur. Ayrıca, yapıda Efes Artemis Tapınağı’ndan getirilen sütunların neflerde, Mısır’dan getirilen 8 adet porfir sütununun ise yarım kubbeler altında kullanıldığı bilinmektedir. Yapıda 40 tanesi alt galeride, 64 tanesi ise üst galeride olmak üzere toplam 104 adet sütun bulunmaktadır.
Ayasofya’nın mermer kaplı duvarları dışındaki tüm yüzeyler birbirinden güzel mozaiklerle süslenmiştir. Mozaiklerin yapımında altın, gümüş, cam, pişmiş toprak ve renkli taşlardan oluşan malzemeler kullanılmıştır. Yapıdaki bitkisel ve geometrik mozaikler 6. yüzyıla, tasvirli mozaikler ise ikonaklazma (Tasvir Kırıcılık Dönemi 730- 842) sonrasına tarihlenir.

Ayasofya Doğu Roma Döneminde İmparatorluk Kilisesi olması nedeniyle İmparatorların taç giyme merasimlerinin yapıldığı mekândı. Bu sebeple Ayasofya’da ana mekanın (naos) sağında bulunan, renkli taşlardan yuvarlak ve geçmeli desenli yer döşemesi (omphalion), Doğu Roma İmparatorlarının taç giydiği bölümdür.
IV. Haçlı Seferi sırasında İstanbul Latinler tarafından 1204- 1261 yılları arasında işgal edilmiş, bu dönemde gerek kent, gerekse Ayasofya yağmalanmıştır. 1261 yılında Doğu Roma kenti tekrar ele geçirdiğinde, Ayasofya’nın oldukça harap durumda olduğu bilinmektedir.
Ayasofya, Fatih Sultan Mehmed’in (1451-1481) 1453’te İstanbul’u fethetmesiyle camiye çevrilmiştir. Fetihten hemen sonra yapı güçlendirilerek en iyi şekilde korunmuş ve Osmanlı Dönemi ilaveleri ile birlikte cami olarak varlığını sürdürmüştür. Yapıldığı tarihten itibaren çeşitli depremlerden zarar gören yapıya, hem Doğu Roma, hem de Osmanlı Döneminde destek amacıyla payandalar yapılmıştır. Mimar Sinan tarafından yapılan minareler ise aynı zamanda yapıda destekleyici payanda işlevi görmektedir.

Ayasofya’nın kuzeyine, Fatih Sultan Mehmed Dönemi’nde bir medrese yaptırılmış, her dönemde bakım ve onarım çalışmalarından geçmiş, en kapsamlı tamir çalışması Sultan Abdülmecid Dönemi'nde (1839-1861) Fossati tarafından  yapılmıştır. Sultan Abdülaziz Döneminde Ayasofya çevresinin yeniden düzenlenme çalışmaları sırasında medrese 1869- 1870 yılları arasında yıktırılmış ve1873- 1874 yılları arasında ise yeniden  yaptırılmıştır. 1936 yılında yıkılmış olan Medresenin kalıntıları 1982 yılında yapılan kazılar sonucu ortaya çıkarılmıştır.

Osmanlı Dönemi’nde, 16. ve 17. yüzyıllarda, Ayasofya’nın içine mihraplar, minber, müezzin mahfilleri, vaaz kürsüsü ve maksureler eklenmiştir.

Mihrabın iki yanında bulunan bronz kandiller, Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) tarafından Budin Seferi (1526) dönüşünde camiye hediye edilmiştir.

Ana mekâna girişin sağ ve sol köşelerinde bulunan Helenistik Döneme (MÖ. 4.-3. yy) ait iki mermer küp ise, Bergama’dan getirilerek, Sultan III. Murad (1574-1595) tarafından Ayasofya’ya hediye edilmiştir.

Ayasofya’da, Sultan Abdülmecid Dönemi’nde 1847-1849 yılları arasında, İsviçreli Fossati Kardeşlere kapsamlı bir onarım yaptırılmıştır. Bu onarım çalışmaları sırasında, daha önce mihrabın kuzeyindeki niş içinde bulunan Hünkâr Mahfili kaldırılmış, yerine mihrabın solunda, sütunlar üzerinde yükselen, etrafı ahşap yaldızlı korkuluklarla çevrili Hünkâr Mahfili yapılmıştır.

Aynı dönemde Hattat Kadıasker Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılan 7.5 m. çapındaki 8 adet hat levhası ana mekânın duvarlarına yerleştirilmiştir. “Allah, Hz. Muhammed, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin” yazılı bu levhalar İslam âleminin en büyük hat levhaları olarak bilinmektedir. Aynı hattat kubbenin ortasına ise Nur Suresi’nin 35. ayetini yazmıştır.
Ayasofya Mustafa Kemal Atatürk’ün emri ve Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrilmiş ve 1 Şubat 1935’de müze olarak, yerli ve yabancı ziyaretçilere açılmıştır. 1936 tarihli tapu senedine göre, Ayasofya “57 pafta, 57 ada, 7. parselde Fatih Sultan Mehmed Vakfı adına Türbe, Akaret, Muvakkithane ve Medreseden oluşan Ayasofya-i Kebir Camii Şerifi” adına tapuludur.


30 Mayıs 2015 Cumartesi

Konya-Alâeddin Tepesi







   Alâeddin TepesiTürkiye'nin Konya ilinin merkezine bağlı Karatay ilçesinde yer alan tepe.
450 x 350 metre boyunda olup, 20 metre yüksekliğinde olan tepe, höyük olarak adlandırılan protohistorik yerleşim yerlerinden biriydi.
1941 yılında Türk Tarih Kurumu tarafından yapılan kazılar sonucu tepedeki ilk yerleşimin MÖ
3000'lerde, Erken Tunç Çağında başladığı anlaşıldı. Bu dönemden sonra sırasıyla Frig, 
 HelenistikRomaBizansSelçuklu ve Osmanlıdönemlerinde de yerleşim yeri olarak kullanılmaya 
devam edildi. Günümüzde ise tarihi değerinin yanı sıra bir mesire yeri konumundadır.

İlk yerleşimlerin MÖ 3000'li yıllarda, Erken Tunç Çağında yapıldığı bilinen Alâeddin Tepesi; sonraları Hititlere ev sahipliği yaptı. Hitit Krallığı'nın MÖ 1190'da yıkılmasının ardından Friglerin egemenliğine girdi. Bu dönemde tepeye "Kawania" ismi verilmişti. Friglerin ardından bölge Lidyalıların eline geçti. MÖ 547 yılında Lidya Krallığı'nı yıkan Ahameniş İmparatorluğu döneminde ise Kapadokya satraplığına bağlı bir kent haline geldi.
Kawania, eski Yunancada "Kaoania" olarak telaffuz edilmekteydi. Bu dönemde kentin adını, ses benzerliğinden ötürü Yunancada "tasvir" anlamına gelen "İkonion"a bıraktığı tahmin edilmektedir. Doğu Roma İmparatorluğu'nun hüküm sürdüğü dönemde İkonion, çevresindeki geniş bir bölgenin idari merkezi konumundaydı. Bu dönemde tepeyi çevreleyen surlar yenilenirken, sur dışına da bazı yapılar inşa edildi.
11. yüzyılın sonlarında Anadolu Selçuklu Devleti'nin başkenti olan kent, bu tarihten sonra ilk ve tek saldırısını Üçüncü Haçlı seferi esnasında aldı. Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu İmparatoru Friedrich Barbarossa 1190'da, ordusunu dinlendirmek için şehri ele geçirmişti. Kısa süre sonra ise şehir, Selçuklular tarafından geri alındı.
Daha sonraları ise Osmanlı İmparatorluğu ve ardından kurulan Türkiye'nin sınırları içerisinde yer aldı.
Tepede yer alan ve günümüze kadar ulaşan en önemli yapı, tepenin kuzeyindeki Alâeddin Camii ve kümbetleri olarak gösterilmektedir. Yapımı 1220 yılında tamamlanan bu cami, adını Selçuklu sultanı I. Alaeddin Keykubad'tan almaktadır. II. Kılıç Arslan tarafından yaptırılan avludaki büyük kümbette, II. Kılıç Arslan dahil sekiz sultanın mezarı bulunmaktadır. Yine Selçuklular döneminde tepenin kuzeyine bir saray yaptırılmıştı.
Tepenin güneyinde ise 20. yüzyıla kadar Rum ve Ermeni toplulukların yaşadığı bir mahalle yer almaktaydı. Bu toplulukların birbirine bitişik kiliseleri, 1920'lerde ortadan kalktı. Günümüzde ise yerlerinde orduevi durmaktadır.
10. veya 11. yüzyıllarda tepede inşa edilen kilisenin, Selçuklular döneminde hangi amaçla kullanıldığı bilinmemektedir. 13. yüzyılda yazılan bazı kaynaklara göre burada Eflatun'un mezarı bulunmaktadır. 1465-1466 yıllarında bölgeden geçen Vasilij adındaki bir Rus tüccar, kilisenin adının Amfilokios olduğunu belirtmektedir. Osmanlı döneminde mescit haline gelen bina, 1872 yılında artık cemaati kalmadığından saat kulesine dönüştürüldü. I. Dünya Savaşı sırasında cephanelik olarak kullanılmasının ardından 1920'lerde ortadan kaldırıldı.
Caminin yanında, 1908 yılında Konya Valisi Ferit Paşa tarafından yaptırılan çeşme ve su haznesi bulunmaktadır. Tepenin Mevlâna Külliyesi'ne bakan kısmında, 1936 yılında Ulusal Mimarlık Akımı tarzında inşa edilen Şehitler Anıtı yer almaktadır.Tarihi binalara ek olarak günümüzde evlendirme dairesi ve orduevinin yanı sıra çeşitli çay bahçeleri de yer almaktadır. Üzerinde yapılan ağaçlandırma çalışmalarıyla birlikte tarihi değerinin yanında bir mesire alanı olarak hizmet vermektedir.

Konya-Mevlana Müzesi





  Mevlana MüzesiKonya'da bulunan, eskiden Mevlâna'nın dergâhı olan yapı kompleksinde 1926 yılından beri faaliyet gösteren müzedir. "Mevlana Türbesi" olarak da anılır.
(Yeşil Kubbe) denilen Mevlana'nın türbesi dört fil ayağı (kalın sütun) üzerine yapılmıştır. O günden sonra yapı faaliyetler hiç bitmemiş, 19. yüzyılın sonuna kadar yapılan eklemelerle devam etmiştir. Osmanlı sultanlarının bir kısmının Mevlevi tarikatından olması Türbe'ye özel bir önem verilmesini ve iyi korunmasını sağlamıştır.
Müze alanı bahçesi ile birlikte 6.500 m² iken, yeri istimlak edilerek Gül Bahçesi olarak düzenlenen bölümlerle birlikte 18.000 m²ye ulaşmıştır.
Bağlı bulunduğu Kültür Bakanlığı'na en çok gelir getiren ikinci müzedir. (BirinciTopkapı Sarayı müzesi.)
Mevlana hakkında menkıbelerin anlatıldığı Ahmed Eflaki'nin kitabı "Arifler'in Menkıbeleri"nde Mevlana'nın babası için türbe yaptırmak isteyen devrin sultanına "gök kubbeden daha görkemlisini yapamayacağınıza göre zahmet etmeyin" dediği rivayeti yer alır. Türbe, Mevlana'nın ölümünden sonra inşa edilmiştir.


27 Mayıs 2015 Çarşamba

Denizli-Pamukkale




     Pamukkale, güneybatı Türkiye'deki Denizli ilinde doğal bir mevkidir. Kent kaplıcaları ve akan sulardan kalan karbonat mineralleri teraslarını, travertenleri kapsamaktadır. Türkiye'nin Ege bölgesinde, ılıman bir iklimi olan Menderes Nehri vadisinde bulunur.
      Eski Hierapolis kenti, toplam 2700 metre uzunluğunda, 600 metre genişliğinde ve 160 metre yüksekliğindeki beyaz "kalenin" üzerine inşa edilmişti. Pamukkale, Denizli'nin 20 km uzaktaki merkezindeki vadinin karşı tarafındaki tepelerden görülebilir. 5-10 km yakınında Laodikya antik kenti bulunur. 5 km ilerisinde ise uluslararası bir termal merkez olan Karahayıt köyü vardır. Pamukkale UNESCO tarafından belirlenen Dünya Miras Listesi'nde yer almaktadır. Travertenler görsel zenginliğin yanı sıra kalp rahatsızlıkları romatizma göz ve deri rahatsızlıklarına iyi gelmektedir.
    Pamukkale terasları, kaplıca suyu tarafından çökeltilmiş bir tortullu kayaç olantravertenden oluşur.
Bu bölgede, 35 °C den 100 °C ye kadar olan sıcaklık aralıklarında 17 adet sıcak su kaynakları vardır.

Trabzon-Sümela Manastırı



      Sümela ManastırıTrabzon ili, Maçka ilçesi, Altındere köyü sınırları içerisinde yer alan (Antik Yunanca adı: Panagia) deresinin batı yamaçlarında Kara (Antik Yunanca adı: Mela) tepesi üzerinde deniz seviyesinden 1.150 m yükseklikteki eski Rum Ortodoksmanastır ve kilise kompleksi olup, tam adı Panagia Sumela (Παναγία Σουμελά) veyaTheotokos Sumela'dır.
       Kilisenin MS 365-395 tarihleri arasında inşa edildiği sanılmaktadır. Anadolu'da sıkça rastlanılan Kapadokya kiliseleri tarzında yapılmıştır; hatta Trabzon'da Maşatlıkmevkiinde benzeri bir mağara kilisesi daha vardır. Kilisenin ilk kuruluşu ile manastır haline dönüşümü arasındaki bin yıllık dönem hakkında fazla bir şey bilinmemektedir. Karadeniz Rumları arasında anlatılan bir efsaneye göre Atina'lı Barnabas ileSophronios adlı iki keşiş aynı rüyayı görmüşler; rüyalarında, İsa’nın öğrencilerinden Aziz Luka’ın yaptığı üç Panagia ikonundan, Meryem'in bebek İsa’yı kollarında tuttuğu ikonun bulunduğu yer olarak Sümela'nın yerini görmüşler. Bunun üzerine birbirlerinden habersiz olarak deniz yoluyla Trabzon'a gelmiş, orada karşılaşıp gördükleri rüyaları birbirlerine anlatmış ve ilk kilisenin temelini atmışlardır. Bununla birlikte manastırdakifresklerde sıkça yer alıp, özel bir önem verilen Trabzon İmparatoru III. Aleksios'un (1349-1390) manastırın gerçek kurucusu olduğu sanılmaktadır. 14. yüzyılda Türkmen akınlarına maruz kalan kentin savunmasında ileri karakol görevi üstlenen manastırın statüsünde Osmanlı fethinden sonra bir değişiklik olmamıştır.Yavuz Sultan Selim'in Trabzon’daki şehzadeliği sırasında buraya iki büyük şamdan hediye ettiği bilinmektedir. Fatih Sultan Mehmed, II. Murat, I. Selim, II. Selim, III. Murad,İbrahim, IV. Mehmed, II. Süleyman ve III. Ahmed'in de manastırla ilgili birer fermanları bulunmaktadır. Osmanlı döneminde manastıra sağlanan imtiyazlar, Trabzon veGümüşhane bölgesinin İslamlaşması sırasında özellikle Maçka ve kuzeyGümüşhane'de Hıristiyan ve gizli Hristiyan köyleri ile çevrili bir alan oluşturmuştur. 18 Nisan 1916’dan 24 Şubat 1918’e kadar süren Rus işgali sırasında Maçka civarındaki diğer manastırlar gibi bağımsız bir Pontus devleti kurmak isteyen Rum milislerin karargahı olmuş, nüfus mübadelesi ile bölgedeki Hristiyanların Yunanistan'a gönderilmesinin ardından önemini yitirerek T.C. Kültür Bakanlığı tarafından yakın zamanda onarılana dek kaderine terk edilmiştir.Yunanistan'a mübadele ile göçen Karadenizli Rumlar Veria kentinde Sümela adını verdikleri yeni bir kilise inşa etmişlerdir. Her yıl Ağustos ayında tıpkı geçmişte Trabzon Sümela'da yaptıkları gibi yeni manastırın çevresinde geniş katılımlı şenlikler düzenlemektedirler. 2010 yılında Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti'nin izni ile Hristiyanlarca Meryem Ana'nın göğe yükseliş günü olarak kabul edilen ve kutsal sayılan 15 Ağustos günü 88 yıl aradan sonra ilk ayin düzenlenmiş, ayini Fener Rum Patriği Dimitri Bartholomeos yönetmiştir.